Ortadoğu

“Ortadoğu” ya da kısaca politik nihilizmin deus ex machina’sı* artık tüm siyasî tartışmaları kuşatır vaziyette.

Korhan Mühürcüoğlu

“Ortadoğu” ya da kısaca politik nihilizmin deus ex machina’sı* artık tüm siyasî tartışmaları kuşatır vaziyette. Antik Yunan tragedyasında, insanlık hâlinin sınırlılığı içinde kaderlerine meydan okuyan trajik kahramanların durumunun en kaçınılmaz ya da çözümsüz olduğu anda, dramayı sonlandıran bir deus ex machina sahneye iner. Artık daha fazla tartışmanın ya da mücadele etmenin anlamı yoktur, insanlar tanrıların iradesine tâbi olarak kaderlerine, iyi da kötü, teslim olurlar. Denebilir ki, “Ortadoğu” bir tür şeytanî tanrısal figür olarak politik tartışmayı aniden sonlandıran, daha fazla tartışmaya olanak tanımayan, toplumların tarihî dramasını bir boşunalık/anlamsızlık düşüncesiyle değersizleştiren, kader düşüncesiyle eş anlamlı hâle geldi (“coğrafya kaderdir” vb.). Halbuki, siyasal eylemin varlığının ilk koşulu, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kural ve kurumların yine aynı insanlar tarafından değiştirilebileceği varsayımına dayanır. İnsanlar kendi eylemleriyle kendilerini inşa ederler. Ancak, daha demokratik, hukukun üstünlüğü prensibiyle sınırlandırılmış, kişisel ve keyfî olmayan, dolayısıyla kişisel hak ve hürriyetlerin garanti altına alındığı bir siyasi sistem talebi söz konusu nihilistik kavram karşısında anlamsız hale geliyor. Hatırlanacağı gibi, Orwell’in Hayvan Çiftliği’ndeki eşek Benjamin karakteri alaycı bir üslûpla temel gerçeği, yani eşitsiz iktidar ilişkilerinin her zaman var olacağı gerçeğini sezdirmekten çarpık bir haz alırmış gibi görünür. Benzer şekilde, acı bir tebessümle “Ortadoğu” anıldığında kendini belli eden beylik ve bayatlamış bir bilgelik, işlerin yine bildiğimiz gibi olduğunu, değişimin mümkün olmadığını söyler.

Söz konusu anlayışın en büyük sorunlarından birisi, bireylere ve toplumlara herhangi bir öznellik tanımayan, artık modası tümüyle geçmiş bir özcülük. “Ortadoğu,” en nihayetinde, insanın ontolojik olarak tarihî bir varlık olduğunu inkâr eden, ona değişmeyen ve statik bir karakter atfeden ve genellikle Oryantalist ikili kategorik ayrımlara (“ileri/geri” vb.) yaslanan bir yaklaşım. Ortadoğu nedir ya da nerededir? “Ortadoğu,” Avrupa/Batı-merkezli bir orijinal modernitenin büyük ölçüde başarısız bir kopyası ve arkasından gelen sağ popülizm, değişmez bir İslami yaşam biçiminin dışavurumu, otokratik rejimlerin doğal olarak var olduğu bir tür anomali vs. olabilir. (Bu, şüphesiz, konuşan öznenin siyasî pozisyonuna göre değişir.) Ancak, hepsinde de vurgu söz konusu tarih-dışılık ve özne olamayış algısını ifade ediyor. (“Bataklık” metaforu da, bu anlamda, boşuna değil. Buradan siz kendiniz çıkamazsınız, başkalarının sizi çekip çıkarması gerekir.) Ortadoğu, bir diğer ifadeyle, her toplumun kendine has, nev’i şahsına münhasır kültürel, sosyo-politik ve iktisadi bir tarihsel sürecin neticesinde şimdiki haline geldiğini ve sürekli değişim halinde olduğu basit gerçeğini yadsımanın bir vasıtası. Tartışma bu şekilde yürütüldüğünde, tarih-dışı olarak kabul edilen topluluklar da neredeyse tekil bir kimliğe sahip görünüyor. Türkiye’de farklı ahlâkî değer yargılarına, prensiplere, etik normlara, kısacası farklı dünya görüşlerine sahip ciddi bir toplumsal çeşitlilik ve temelde önemli bir çoğulculuk potansiyeli mevcutken, bunun yerine ne ampirik açıdan doğru ne de tarihsel açıdan makul, monolitik bir tekilliğin varlığı iddia edilmiş oluyor. Entelektüelin böyle bir toplum içindeki yeriyse ancak iktidarsız bir hınç duygusuyla sınırlandırılmış oluyor.

Bilindiği gibi, 1950’li senelerde hem Avrupa ve ABD’deki ve hem de Türkiye’deki akademide hâkim olan modernleşme teorisi, tarihin lineer, doğrusal bir hat üzerinden kaçınılmaz bir şekilde ilerlediği ve Batı-dışı toplumların da tedrici olarak kapitalist sisteme entegre olarak sekülerleşeceği varsayımını, birkaç itiraz haricinde, genel olarak kabul etmişti. Erken Cumhuriyet döneminde de benzer şekilde Aydınlanma değerlerinin (rasyonellik, bilimsellik, vb.) evrensel niteliği kabul edilmiş ve yeni ulus-devlet (belki de biraz paradoksal bir biçimde) kendisini Batıya rağmen Batı içerisinde, Avrupa kültürünün bir parçası olarak konumlandırmıştı. Bugün, evrenselci Aydınlanma değerleri totaliter bir modernleşme projesinin otoriter eğilimlerini temsil eden prensipler olarak, post-modern bir perspektifle büyük ölçüde mahkûm edilmiş durumda. Bunun yerine, yerel ve otantik kültürlerin birbirleriyle kıyas kabul etmediği düşüncesi daha geçerli hale geldi. Kimlik siyaseti de aynı yaklaşımdan türemiş durumda. Bir zamanlar Avrupa’nın parçası olan Türkiye, artık Ortadoğulu görülüyor. Ancak, mevcut perspektif değişimi, daha makul değerlendirmelere yol açmak yerine değişmez bir bölgesel kültürden hayıflanmaya dönmüş durumda. Böyle olunca, özgürlükçü olmayan otoriter rejimlerin tümüyle Makyavelci ad hoc politikaları, meşru olmasalar dahi, olağan ve sıradan bir hâle geliyor. Eleştiri ve mücadele buradan itibaren anlamsız kalacaktır. Kısacası, “Ortadoğu,” Türkiye’de hâkim olan pesimizmin çarpık bir ifadesi. Güneş’in altında yeni bir şey yok ve işler asla iyiye gitmeyecek. Zannediyorum ki, mevcut manzara içerisindeki en tatsız görüntülerden birisi budur. Burada, basit bir yaklaşım değişimi sorunu çözebilir. Siyasal ve toplumsal yapıdaki problemleri mutlaka kısır bir değerlendirmeye tâbi tutmadan, yani “Ortadoğu” gibi metafizik varlıkları işin içine katmadan, mevcut durumumuzu yine kendi eylem ve kararlarımızla, kolektif bir biçimde çözebileceğimizi hatırlamak. Siyaset, en nihayetinde, insanların kendi kaderini tayin gücüne dayanır.


* Makineden gelen tanrı

Oku

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Dr. Öğr. Üyesi Korhan MÜHÜRCÜOĞLU

Lisans, Yüksek Lisans, Doktora: Bilkent Üniversitesi

Araştırma Konuları : Geç Osmanlı ve Türk Modernleşmesi, Siyaset Felsefesi, Etik.

Latest videos